Denemeler Yanılmalar, O kendinden kaçınmalar

Yazı,şiir,sinema ve öykülerden keyif alanlarla bir paylaşım denemesi,... Hoşgeldiniz sefalar getirdiniz

Saturday, August 06, 2011

Bahti Kara Ankara

Ankaranin sembolleri icin nedense Kulesi, Kalesi, Kecisi/Kedisi denir,
Artik kanimca yeni 3K olarak Kafesi,Kule vinci ve Kizilayi dusunmek gerekir...


UCUBE KAFES>>>




Milliyetçi Hareket Partisi Ankara İl Başkanlığı, Eskişehir Yolu üzerinde “demir kafes” olarak anılan kongre ve ticaret merkezi inşaatının mahkeme kararına rağmen, yıkılmamasını protesto etti. Partililer, “Başbakan bu ucubeyi ne zaman görecek” yazılı dövizler taşıdı.

MHP Ankara İl Başkanlığı, Eskişehir Yolu üzerinde “demir kafes” olarak anılan kongre ve ticaret merkezi önünde toplanarak, söz konusu alandaki çelik inşaatın kaldırılmamasını protesto etti.

İnşaatına “50 trilyonluk ucubemiz hayaldi gerçek oldu”, “Başbakan bu ucubeyi ne zaman görecek” yazılı pankartlar asan MHP’liler, üzerinde “Ankara’nın çılgın projesi”, Hayaliniz buysa gerçekleştirmeyin”, Ucubeyi uzakta arama bir kere camdan bak yeter” yazılı dövizler taşıdı.

Gerçeği görsünler

AVM inşaatı önünde basın açıklaması yapan MHP Ankara İl Başkanı Fatih Çetinkaya, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer illerdeki “ucubeleri” kınayıp hemen yıktırdığını ileri sürerek, “Ama her gün önünden geçtiği ucubeyi görmezden gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı’na bu gerçeği göstermeye geldik” dedi. İnşaatın 2007 yılında başladığını, mahkemenin 2 defa plan iptali kararı almasına rağmen Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılmadığını iddia eden Çetinkaya, “88 bin 147 metrekare alana sahip olan bu anlamsız yapıya harcanan bedelin bugünkü değeri 50 milyon Türk lirası. Bu ucubelere harcanan paralarla kaç tane okul açılabileceğini, kaç tane tam teşekküllü hastanenin hizmete sokulabileceğini, kaç boynu bükük işsizin evine ekmek götürebileceğini varın siz hesaplayın. Boşa harcanan bu paraların kimlerin cebine gittiğini sormuyoruz bile, ama kimlerin cebinden çıktığını çok iyi biliyoruz” diye konuştu.





KULE VINC SILUET>>>




‘Darbeciler yargılansın' düşüncesinin, akılların ucundan bile geçemediği yıllardı. Tank ve askerlerin kışlaya geri dönmeye başladığı süreçti. Tam tamına 26 yıl önceydi. Ülke, Orgeneral Kenan Evren'in emirleriyle idare ediliyordu. Her şey onun iki dudağının arasındaydı. Ülkeyi dizayn ettikten birkaç yıl sonra, Ankara'nın güzel ve büyük bir otele ihtiyacı olduğuna kanaat getirdi. Ankaralıların ‘vinçli otel' dediği ve 26 yıldır tamamlanamayan otelin hikayesi de böylece başladı.
Mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün hemen yanıbaşında bir otel inşaatı halen devam ediyor. Kayserili ünlü iş adamı Ahmet Hattat'a ait bu otelin ne zaman biteceği ise meçhul. Üstelik inşaatın 26 yıldır sürmesi de şehir efsanelerini beraberinde getiriyor. Hele üzerinde hiçbir iş yapmadan yıllarca duran vinç espri konusu olmuş durumda. “Unuttu da Vinci” tanımlaması ise buradan doğuyor.
Bilindiği üzere 16. yüzyılda yaşayan İtalyan fizikçi, astronom ve yazar Leonardo Da Vinci, modern mekaniğin kurucularındandı. Fizik kanunlarını açıklamak için matematiğin kullanılmasında büyük rol oynamıştı. Ancak, Hattat'ın otelinin üzerinde duran vinç gösteriyor ki aradan geçen bunca asra rağmen Leonardo da Vinci halen anlaşılamamış. Peki, bu vinç hakikaten de tepede unutuldu mu? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını öğrenmek için kolları sıvadım ve otelin ilginç öyküsünü Ahmet Hattat'la da konuşarak yazmaya karar verdim. İşte size doyurucu ve ilginç bir Türkiye hikayesi...

26 YILDIR BİTMEYEN OTEL'İN İLGİNÇ HİKAYESİ
12 Eylül darbesinin üzerinden birkaç yıl geçmiştir ki, darbenin baş mimarı Kenan Evren, Ankara'ya beş yıldızlı yeni bir otel yapılmasını ister. O esnada da Başkentin zengin ailelerinden Hattat'ların göz önündeki ismi Ahmet Hattat aklına gelir. Trabzon'da yedek subay olarak vatani görevini yapan Ahmet Bey, alelacele Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne çağrılır ve bizzat Kenan Evren fikrini açıklar. Evren'in yanında dönemin başbakanı, bayındırlık bakanı ve Ankara Belediye Başkanı “Atom karınca” lakaplı Önder Paşa vardır. Aslında Kenan Paşa, otelin yerini de belirlemiştir. Yani otelin şimdi ki konumunu...
Evet, arazi Ahmet Hattat'ındır ve teklifi hiç itirazsız kabul eder. Kenan Evren'in başka direktifleri de vardır ki Başbakan Bülent Ulusu'ya dönerek, Ahmet Hattat'ın anlatımıyla şunları der:
“Sayın Ulusu Paşam, bir kanun çıkartın, o arazinin tamamını, etrafındaki 19 ev de dahil, Ahmet komutanıma teslim edin. Hiçbir bürokratik engelle karşılaşmasın. Bu otel buraya yapılsın. En ufak bir sorun istemiyorum.”




OTEL EMRİ DEĞİL 17 BİNA ONA EYVAH DEDİRTTİ
Tarih 1984 yılını göstermektedir. Köşk'teki görüşmeden bir hafta sonra kanun çıkar. Ahmet Hattat ilk etapta ‘Eyvah' der... Zira 17 tane binayı teslim alacak ve onlarca insan evsiz kalacaktır. Dahası da vardır. İlerleyen süreçte mağdur duruma düşecek bu insanlar mahkemeye gideceklerdir. Sonuçta Ahmet Hattat çevredeki evlerin yıkılmasını istemez ve tam ortalarında bulunan 12 Bin metrekarelik arazisinin bu iş için yeterli olduğuna karar verir. Bu fikrini de Evren'e kabul ettirir.
Elinde fazla nakdi olmamasına rağmen kazı işlerine gecikmeden başlar. O sıralar bir aile şirketi olan Hema Dişli'nin yüzde 51 hissesi Ahmet Bey'in elindedir. Abisi Emin Hattat ile yollarını ayırırlar ve hissesine karşılık 40 milyon dolar tutarındaki senedi alır. Otelin yapımı için Turizm Bakanlığı'na kredi başvurusunda bulunmayı da ihmal etmez. Ancak hiç beklemediği bir durumla karşılaşır. Başbakan Turgut Özal'ın desteğine, O zaman ki Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu'nun oluruna rağmen kredisi bir türlü çıkmaz. Ağabeyi Emin Hattat da ödemeleri geciktirmektedir. Otel inşaatı çukur kazıldığıyla kalır.

HALK PARTİSİ'NİN OTELİNDEN İLK MALL FİKRİNE!
Bu bekleme esnasında Ankara'nın ihtiyaçlarına karşılık verecek Hilton ile Sheraton otellerin inşaatı biter ve hizmete girerler. Hal böyle olunca da Ahmet Hattat'ın oteli cazibesini yitirip, atıl kalır. Otelin tekrar göz önüne gelmesi için kendince bir formül bulur ve binanın alt kısmını çarşı merkezi yapmaya karar verir. Kendi deyimiyle Türkiye'deki ilk mall (Alışveriş ve yaşam merkezi) fikri ona aittir. Memleketin ilki olan İstanbul Galeria tasarlanmadan çok önce düşünmüştür.
Yıl 1986... Bu fikrine Ankara Belediye Başkanı Mehmet Altınsoy yıllarca direnir. O süreçte Murat Karayalçın Belediye Başkanı olur. Ahmet Hattat'da tekrar kolları sıvar ve faaliyet yeniden başlar. Bu otel, Ahmet Bey'e göre Halk Partisi'nin otelidir... Nasıl mı? Hattat'ın anlatımıyla sürdüreyim.
“Deniz Bey'e gittim ve beni dinledi: ‘Bu oteli yapmamız lazım' dedi. 800 odalı çok büyük bir otel. Büyük zarar edecek, bu yüzden altına çarşı yapmaya karar verdik. Bunu o zamanki CHP Genel Başkanı Erdal İnönü'ye aktarmak için makamına çıktık. Erdal Bey, projeyi çok beğendi. Karayalçın'ı bağlattı. ‘Ankara'ya yatırım yapılacak, bazı engeller var. Yardımcı olun' talimatını verdi. Murat Bey de ikinci meclisten bizim projenin imar planını çıkarttı. Deniz Bey, Erdal Bey, Karayalçın imar planını verdiler.“

BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ KARDEŞLER BİRBİRİNE DÜŞER
O sıralar elinde kardeşinin senetleri olan Ahmet Hattat'ın beş kuruş nakit parası kalmamıştır. 1991 yılına gelindiği zaman borç senetleri ödenmeye başlar. Rahmetli annesini Kayseri'den çağırır ve ona 1992 yılında otelin temelini attırır. 1994'e gelindiği zamansa binanın tamamının kabası biter. Biten sadece kaba inşaat değildir. 25 milyon dolara yakın alacağı kalmasına rağmen kardeşinin ödememesi yüzünden nakti de biter. Devreye Türkiye'nin alışık olduğu hadiseler girer ve iki kardeş alacak-verecek yüzünden birbirine düşer. Tabii Avukatlar, Mahkeme koridorları derken iş yargıya intikal eder.
Ahmet Hattat parasına kavuştuğunda, yıl, 1997'yi gösterir. Otelin temelini attırmasının üzerinden altı yıl geçmiş ve maliyetler üçe, hatta dörde katlanmıştır. Projelerin yenilenmesi gerekmektedir. Devletin kapısını yine çalar ve Teşvik ister. Hattat, teşvik konusu ve çıkan dedikodularla ilgili hala dertli: “Tansu (Çiller) Hanım, ‘bu Demirel'in adamı' diye bize taktı. Araya elçiler girdi. Yine de bir kuruş kredi alamadım. Ama ‘parayı alıp, yediğimi' söyleyenler var. İnanılır gibi değil. Hatta dostluğumuzdan dolayı Mesut Yılmaz'a, ‘Ahmet Hattat'a yardım ediyor' diye çamur attılar.”

ABD'DEN DÜNYA'YA YAYILAN KORKU ONU DA VURDU
2001'e gelindiğinde Ahmet Hattat, gayrimenkullerinin bir kısmını satarak otel inşaatına aktarır. Umutsuzluğa düştüğü günlerde karşısına Ritz Charlton Oteller Grubu çıkar. Oteli işletmek isterler. Onlarca toplantı yapılır ve ön anlaşmalar imzalanır. Ama ABD'den tüm dünyaya yayılan bir ‘korku', Hattat'ı da vurur. O meşhur 11 Eylül saldırıları yapılmıştır ve o gün Hattat için de önemli bir gündür. Çünkü 11 Eylül 2001'de Ritz Charlton'la nihaiyi imzayı atacaktır. Ama uçaklar, İkiz Kuleler'i yerle bir etmiştir. Ritz heyeti, Ankara'ya kadar gelmiş ama son gelişmeleri ileri sürerek anlaşmadan vazgeçmiştir.

PAPAZIN AĞACI 10 YILINA MAL OLDU
Hattat, bunun üzerine, Ritz gibi, otelin işletmesini isteyen Hyatt grubuna yönelir. Görüşmeler, toplantılar, yeni projeler derken, 2003 yılına gelinir. Projeye göre 19 toplantı, sinema ve tiyatro salonları yapılacaktır. Ama otel binasının hemen yanındaki ‘Papazın Bağı' denilen bölgenin altına yapılacak otopark için de yıllar kaybedilir. Çünkü Papazın Ağacı, sit alanındadır ve buradaki ağaçların kesilmesi çevreci örgütlerin ayaklanmasına neden olmuştur. Çevreci sivil toplum örgütleriyle karşı karşıya gelir. Otoparksız, çarşılı bir otel hizmete giremeyeceğinden, yine mahkeme süreci başlar. Danıştay'dan ‘temiz' kâğıdı'nı aldığında yıl 2010'dur.
Ahmet Hattat, söylediğine göre, tüm bu süreçte hiçbir Türk bankasından kredi alınmaz. Bir Alman bankası 35 milyon dolar kredi vermeyi kabul eder ve Sekiz milyon dolarını da kullandırır. Ancak bir süre sonra banka, otelin 35 milyon dolarla tamamlanamayacağına kanaat getirerek, krediyi geri çeker. O günlerde bir darbe de, otelin işletimini verdiği Hyatt Grubu'ndan gelir. Otelin etrafındaki 19 bina işaret edilerek, “Bu binalarda bir yangın çıkması durumunda, itfaiye gelene kadar müdahale edebilmelisin. Bu binalar için de önlem alın” denilir. Bu istek, aynı zamanda üç milyon dolarlık ek gider anlamına da gelir.

BU VİNÇ ORAYA NASIL ÇIKTIYSA ÖYLE İNECEK
2010'un son günlerine geldiğimiz bugünlerde, Ahmet Hattat, Hyatt Grubu'yla birlikte, otelin ve altındaki çarşı merkezinin açılışı için gün sayıyor. 35 milyon dolar daha harcayacağını hesaplıyor. Ama “Çoğu gitti azı kaldı” diyerek, mutlu sona ulaşacağı günü bekliyor. Bu arada binanın tepesinde duran vinç için Ahmet Hattat'ın dediklerini de ilave edeyim:
“O kadar inşaat yapmışım. İzmir'deki yolları, Etibank'ın bütün lojmanlarını ben yaptım. Kalkıp o vinci orada unutur muyum? Otelin içinde 16 tane Mitsubishi marka asansör var. Asansörlerin motoru binanın çatısında... Her birinin ağırlığı en az iki ton. Onları tepeye çıkartacak bir vinç lazım. Ayrıca tepeye şapka geçirilecek. Bunları yapmak için vinç gerekiyor. Vinç de herhangi metal yorgunluğu yok. Bir düğmeye basacağım, oraya nısıl çıktıysa öyle inecek. Arkasında bir ağırlık var. Önce onu indireceğiz. Sonra kademe kademe tamamını.”

Erdal İPEKEŞEN eipekesen@hurriyet.com.tr








Kızılay Binası>>>



Kızılay Binası’nın 27 Senelik Öyküsü
`Bütün çocukluğum ve gençliğim, hasılı hayatım Ankara’da geçti. Çocukluğumda, Atatürk Bulvarı, dört katlı binaların çevrelediği, geniş tretuvarları olan alışveriş imkanları son derece kısıtlı, (çarşı Ulus’ta idi) araç trafiğinin seyrek bir şekilde seyrettiği, sakin bir bölgeydi. Özen ve Pekpak pastanelerini, Milli Piyango’nun zemin kattaki geniş satış yerini hatırlamamak mümkün değil... Tabi Büyük Sinema ile Ankara ve Ulus Sinemaları’nı da... Çevrede ise genellikle bahçe içinde iki katlı evlerden oluşan biz bütün çocukların oyun alanı olan mahalleler vardı.
Sıhhiye’de, Orduevi’nin hemen yanı ve karşısındaki yeşil alan ile (Zafer Meydanı) Kızılay’a ait park ve devamındaki Güven Parkı son derece geniş ve yeşil bir tretuvarla birbirine bağlıydı. Kızılay binası ve parkı hem bir geliş geçiş, hem de bir dinlenme alanıydı. Maden suyu ve sodası satılan büfesi çoğu Ankaralılar’ın mutlaka hatırındadır.

Gençlik yıllarıma doğru, Bulvarın ortalarında bir yerde tek başına bir bina yükseldi. (Mola Oteli) Hemen hemen aynı dönemlerde de Kızılay Binası’nın karşı köşesinde yer alan bina da (Uybadın Evi) yıkılarak yerine Gökdelen olarak anılan ve Ankaralılar’ın hemen benimsediği bir yapı yükseldi. O günlerde böylesine yüksek bir binaya sahip olmaları Ankaralılar için gurur kaynağı olmuştur. Altında Gima mağazasının girişi ve küçük bir kitapçı dışında hiçbir mekan olmadığından serin, gölgeli ve korunaklı bir buluşma noktasıydı. Ne yazık ki bu boşluk, günümüz şartlarına uygun olarak banka şubeleri ile doldurulmuştur ve insanlarımız da bu durumdan pek şikayetçi görünmüyorlar.



Zaman içinde Mola Oteli’nden başlayan, yıkım ve yeniden yapım süreci devam etti, bugün de sürüyor. Öyle ki hocam mimar Selçuk Milar kendi yaptığı binanın yıkılışından sonra aynı arsaya başka bir proje daha yapmak durumunda kaldı. Yaklaşık kırk yıl içinde inşa edilen bu ikinci binanın da daha sonra yıkılışı ile ve hocanın vefatından sonra, aynı arsada üçüncü bir binanın yapılışını izledik.

Yaklaşık kırk sene boyunca aynı noktada hacmi gittikçe büyüyen üç ayrı yapı... Ve Ankara için gittikçe karşılanması zor kentsel sorunlar ve ihtiyaçlar...

Şehir böylesine kılık değiştirirken,1980 baharına doğru bir akşam üzeri Kızılay Binası'nın çatı kiremitlerinin alındığını ve fiilen yıkım işleminin başladığını üzülerek gördüm.

O yıllarda, Bulvar tarafı ve İzmir Caddesi yönündeki bütün yapılar neredeyse 30 m’lik kota kadar yükselmişti ve binanın yıkılması ile de bu yapıların arka cepheleri meydandan görünür bir hale geldi.

Bu arada hızlı bir mimari proje yarışması sürecinin başlatıldığını farkettik.

Mimarlar Odası’nın, Belediye İmar Müdürlüğü’nün ve o zamanlar daha üst makam olan İmar İskan Bakanlığı’nın gerekli izinleri alınmış ve ulusal bir mimari proje yarışması jürisi için seçim yapılmıştı.

Konunun enteresan, arsa ve çevresinin çok özel ve işin büyük olması bütün mimarlar için büyük bir fırsat teşkil ettiğinden o zaman için elli dört projenin katılımı ile heyecanlı bir yarışma ortamı doğdu. Kim ne derse desin, gönderilen projelerden, jürinin çalışmasına ve serginin açılışına kadar bütün çalışmalar, proje yarışmaları için örnek sayılabilecek niteliktedir. Yarışmanın jürisi, Ergun Unaran, Orhan Dinç, Osep Saraf, Kadri Atabaş, Aktan Okan, Ahmet Sönmez, Vedat Dalokay, Orhan Özgüner ve Engin Yaman olmak üzere dokuz kişilikti. Raportör mimar Faruk Nafiz Erkal’dı.



Biz, Nesrin Yatman, Vedat İşbilit ve Affan Yatman, 20 Temmuz 1980 gecesi, birinci olduğumuzu jüri üyelerinden Orhan Dinç’in telefonu ile öğrendik.

Ancak, Kızılay Derneği Yönetim Kurulu’nun, arsanın karşı köşesinde bulunan ve Ankaralılar’ın artık “Gökdelen” olarak andıkları Emek İşhanı’ndan daha yüksek bir bina beklentisi olması sebebiyle, seçilen projenin kabullenilmesi ve işe başlayabilmemiz, yarışmanın sonuçlanmasından iki sene sonra mümkün olabilmiştir.

1984 yılına kadar süren proje çalışmaları sonunda, proje İmar Müdürlüğü'nce onaylanmış, ancak başlayan hafriyat çalışmaları, zamanın Belediye Başkanı tarafından durdurulmuştur. Bu durdurma kararı üzerine Türkiye Kızılay Derneği’nin konuyu mahkemeye götürmesi ve bu tarihten 1990 yılına kadar geçen bekleyişin sonunda İdare Mahkemesi’nde görülen dava, Kızılay’ın lehine sonuçlanarak hukuken inşaatın başlaması için bir engel kalmamıştır. Bu davada mahkeme mimar Feyyaz Erpi’yi bilirkişi olarak tayin etmişti...

Bu arada maalesef, ortağımız mimar Vedat İşbilir vefat ederek aramızdan ayrıldı. Mahkemenin Kızılay tarafından kazanılması üzerine, 1991 yılında, zamanın Belediye Başkanı Murat Karayalçın ve İmar Müdürü Raci Bademli’nin talepleri doğrultusunda yapı, bir kat aşağı çekilmiş ve alanı meydan yönü itibarı ile küçültülmüştür.

Ana teması sabit kalmak kaydı ile, proje tadil edilmiş, strüktürü yeniden ele alınmış ve İmar Müdürlüğü tarafından kurulan, öğretim üyeleri ve mimarlardan oluşan bir "Estetik Kurul" tarafından incelenip uygun bulunmuştur. Estetik Kurul, mimarlar, Prof.Dr. Gönül Tankut, Orhan Dinç, Ziya Tanalı, Mehmet Asatekin, Mustafa Aslan Aslaner, Çoşkun Erkal, Önder Şenyapılı, ve gazeteci Teoman Erel’den oluşmaktaydı.

Bu doğrultuda uygulama projelerini tamamladığımız yapının kaba inşaatı, Emek İnşaat’a ihale edilmiş, kaba inşaatın tamamlanmasından sonra ise dış cephe imalatları yine Kızılay tarafından yaptırılarak bina bugünkü görünümüne gelebilmiştir.

Bu aşamalardan sonra yap, işlet, devret sistemi ile Beğendik firmasına ihale edilen yapı, hemen hemen tamamlanmış olmasına rağmen, Türkiye Kızılay Derneği, Beğendik firması ve bankalar arasındaki ekonomik problemler sebebi ile maalesef hala hizmete açılamamaktadır.



Uygulanan proje 44.000 m²’lik bir alana sahiptir. Kızılay’ın mülkiyetindeki alan, her iki yönde bulunan yolların devamlı olarak genişletilmeleri sebebi ile defalarca küçültülmüştür. Bu nedenle metronun Kızılay yönündeki dükkanlarının mülkiyeti Kızılay Derneği’ne verilmiş ve bu sayedede binadan metro bağlantısı gerçekleştirilebilmiştir.

Bölgede zemin katların en değerli alanlar olmasına karşın Kızılay Binası’nda, zeminde inşaat alanının hemen hemen yarısını kullanılmış ve geriye kalan kısım yayaların geliş ve geçişini sağlamak ve meydana katkıda bulunmak üzere rant için kullanılmayıp kamuya terkedilmiş bulunmaktadır.

İnşaat panoları kaldırıldığında yayalar, bu üstü yarı örtülü mekanda kolayca geçiş yapabilecekler, bekleyip buluşabilecekler, binanın ikinci bodrumundan yaptığımız bağlantı ile dışarıdan olduğu gibi bina içerisinden de, metroya ve alt geçitlere ulaşabileceklerdir.

Yapı, ana fikir olarak bir atrium çevresinde şekillenmiş, bu büyük orta boşluk sayesinde hem katlar arası görsellik sağlanabilmiş, hem de doğal ışık orta aksta her noktaya ulaştırılabilmiştir.

Türkiye Kızılay Derneği’ne ait olan bu rant tesisinin tamamlanmasından bu yana kimileri çok beğenmekte, (buna mimar meslektaşlarımız dahil), kimileri ise eski Kızılay Binası'nın yıkılması ve parkın yok olması nedeni ile karşı çıkmaktadırlar. Onlar için bu bina, kolaycı bir tavırla bir beton yığınıdır. Halbuki bu yaklaşım, vaktiyle bütün çevre için de düşünülmeliydi. Yukarıda anlatmaya çalıştığım Ankara ile bugünkü Ankara ne kadar benzerlik gösteriyor?

Alışılmamış, boşluklu bir kentsel mekan oluşturmaya çalışan kitle, doğal olarak çevresindeki, alışılmış apartman düzeninden farklı bir görünüme sahiptir. Hem bu sebeple ve hem de altındaki ve iç hacmindeki büyük boşluğun nimetlerinden kimsenin henüz yararlanamaması sebebi ile yadırganmaktadır. Ama, benim de yadırgadığım bu düşünceye sahip olanların, karşı köşede bulunan Güven Park’ın her gün biraz daha küçültülerek yok edildiğini görememeleri veya görmezlikten geldikleridir. O zaman eleştirilerin samimiyetinden şüphe etmemek mümkün olamıyor.

İşte bir yapının yirmiyedi senelik hikayesi... Hala tamamlanıp hizmete açılamadığı için, hem Türkiye Kızılay Derneği, hem yüklenici firma, hem de biz Ankaralılar için ciddi bir ekonomik kayıp olmaya devam ediyor. Yazan: Affan Yatman `

Dileğimiz, bu uc konu ile ilgili tüm sorunların her yönü ile bir an önce çözüme kavuşturulabilmesi ve sehir siluetine verdikleri gorsel kirliligin kaldirilmasidir.

Baris Emek Ergin

Saturday, July 02, 2011

Afghanistan

 

afganelder

The world has gone too busy,

If a guest come and stays with you for a day u feel it is bad.

To serve and respect the elders has gone too far.

Even the sons and daughters feels bad when the parents advises them.

Friday, July 02, 2010

Ben O gün Öldüm Gülüm

Ben O gün Öldüm Gülüm

ve her o gün, bir daha ölürüm

O gün bir öylesine gündü kiminiz için,

işte öyle

sıradan yavan

ve mesai saatlerinin arasında ,iş arama ,ya da kaybetmeme koşusunda yitip gitti.

Bitmesi de gerekirdi normal olarak ,

öyle aylar boyu süren günler olmaz ki .

Bitmedi benim günüm veya sizinki de belki.

Yine bir keskin iç bulantısı hakimdi.

İçimin havası Ankara’nın 78 kömür karası kışı gibi ağırdı.

Aydınlık görmememi sağlamıyor,köy irisi kuru şehir kasvete hakimim derken , bulunduğum/doğduğum o sevgili o deniz şehiri beni ferahlatamıyordu.

Ben her sene iki kere böyle olurum ,bekliyordum bu kasveti ve hiçte gecikmeden geldi oturdu en güzel yerime,kalbime ve komut yolladı beyine i” ben bugün kan pompalamıyorum,sen bir hal çaresini buluver benim aklım başka bir yerlerdeyken görevimi yapamayacağım.”

Beyin her zaman ki akılcı tavrıyla bu duygusal çocuk kalbe yanıt verdi

” saçmalama,insanlar öldü diye sende ölümü düşünemezsin ve ölü sevicilik-nekrofili uymaz sana.”

ve bu çatışma kolay bitmez bilirim.

Kalbimin sesini dinleyerek sizlere bir daha aktarmak , ummak, paylaşmak...

Sen Yanmazsan/Ben Yanmazsam/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa

Tamam da Nazım Baba

Nerede o aydınlık

Her yer makbergibi zifiri karanlık

Ve nerede güzel insanlar

Korkuyorum, çok korkuyorum

Ancak emin değilim ki bu işin sonu güzel olacak

Demek isterdim bilge bir edayla

”Her şey Güzel olacak”

2 temmuz 1993 Pakistan’da iken ekrandan gördüm

ve İnönü’yü düşününce rahatladım mutlaka çözerdi mutlaka bir şeyler yapar

o Madımak Adlı kalleş mekanı bir” Sivas Ellerinde Türküm Çalınır”a döndürmezdi.

Yapmadı,yapamadı,yaptırmadılar,

küstüm ona kırıldım çok ağladım ve hiçbir şey değil benimkisi biliyorum.

35 aydın kişi mezara girdi,100 kişi hapse atıldı ve toplum ikiye ayrıldı ne yazık.

Birilerince “ Unutmak ve af etmek iyilerin öcüdür” denmiş.

Öç almak istemiyorum,

unutamıyorum bir insanın diğerine yapabileceği en büyük kötülüğü hem de din adına yapmasını.

Ve bu din eksenli zihniyetin ülkemi 8 yıldır idare etmesine.

Menemen olayı benzeri bir anti laik kalkışmanın Maraş gibi bir ayrımcılıkla desteklenmesi, Çorumda tohumlanıp Sivasta boy vermesidir bu katliam.

Ve alevi olmasam da sünni Müslüman kimliğim engel değildir çığlığıma ölenlere,

hapiste çürüyecek veya asılacaklara ,

kendi notalarımla bestelediğim requiemi mırıldanmama

ve farklı değildir asla inandıkları için ölenlere, ergenekonlarda yatanlara duyduğum hüzünle.

Sivas’ı ,

Uğur ‘u unutamıyorum

ve tarihin 90ların ilk yarısında tekrar yazıldığını ,

kanla sabitlendiğini duyumsuyorum.

Ve sizlerle Sivas’ta katledilen Metin Altıok’un dizeleriyle yiten canları anmak istiyorum

Günlerden öyle bir gündü

Üstüne tarih düştüğüm

Gözümün önüne geldi birden

Balkıyan güzel yüzün

Ve yüreğim yandı söndü

Ter bastı avuçlarımı

Bir işlek kovan uğultusu

Kapladı kulaklarımı

Uzandım usulca cigarama

Yavan ömrüme katık

Ben O gün öldüm gülüm

Bir daha ölmem artık

Wednesday, June 02, 2010

yoksa bu kedi umuda mı hamile?


severmisiniz kedileri?


öyle Siyam, Van filan değil,

genelde sokakta çöplerde olan,

düpedüz bildiğimiz kedi işte...


yoksa yeri biraz daha geride midir?

ne de olsa vefalı bir hayvan değildir.

gerekçeler çeşitlidir.

örneğin;

materyalisttir,

liberaldir,

bencildir,

"ne kadar ekmek o kadar köfte"dir.

bu sıfatların ne kadarı suçtur bilinmez ama,

Sheakespeare'in "who is digging on my grave" sonesinde, anılan olamamıştır.

***

“ben demeyi utanarak söyleyen”,

“birşey istemeyi sıkılarak yapan”lardan oldum.

genelde vefalı idim;

tüm çalıştıklarıma olduğum gibi hümanist ve alabildiğine samimi davrandım.

“önce başkaları demeyi” nedense çok sevdim.

“yardım istenmeden koşmayı” marifet sandım.

tabii çoğu meslek çalışanı gibi

kilo aldım,

saçlarım döküldü,

gözlerim, midem ve dişlerim her gelen yılı bir önceki yıldan daha kötü karşılar oldu.

***

sokakta bir kedi var...

değişik bir kedi.

çoğu kedinin aksine, oldukça çirkin.

pis, şişman, kulakları farklı,

gözleri bakışından buz gibi,

renkleri de değişik.

siyah-beyaz-gri ve kahverengi.

bu kedi iki yavruyu yalıyordu.

dişi olduğunu anlamadığımdan "yavrularını yiyen baba kedi" efsanesi sandım

epey bir pakladı,kokladı, temizledi,

yanlarına gideyim dedim ama yorgun, baygın bir vaziyetteydiler.

***

bu kedi tuhaf sesler çıkarıyor,

miyavlama denemez.

ağlama da değil.

ağıt yakma belki...

deli gibi dolanıyor,

tüm araçların altında o tertemiz ettiklerine bakıyor.

7 gün oldu susmadı.

***

dolaştığım onca şehirde,

gördüğüm onca insanda

aklımda ne kaldı?

koca bir boşluk,

kırgınlık,

insanlar, sen onları seviyorsun diye seni sevmek zorunda değilmiş.

hatta, bazıları ben onları temizlerken, beni pisletmekteymiş!

***

yaşam bütün açıklığıyla ve acımasızlığıyla üzerinize iner çoğu zaman.

“ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” ı öğretir.

Özetle;anneniz,

babanız,

can kardeşiniz

3-4 dost yüzlü sonradan edinme kardeşiniz.

yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz ise

bizlere geçtiğimiz yıllardan miras kalanlardır sadece.

***

çirkin ve tuhaf kedinin yavrularını, altına saklandıkları araç kalkarken ezmiş.

bunu annesinden önce anlamış olmanın hüznündeyim.

aynen meslek yaşamımın dalgalı ve altında kalanı ezen o ağır yapısı gibi.

bazen annesinden önce anlamış olsanız da hiçbir şey değişmez.

ve bir an gelir

görürsünüz,

"kuvvet, akılı esir alır"

yaşarsınız,

"ölçüsüz güç ,başarı sarhoşluğunda, güzeli çirkin eder"

öyle şairlerin dediği gibi doluluğunca yaşanılmıyor kolayca.

hele, bir ağaç gibi tek ve hür yaşamak.

“tek geldim tek giderim” demek,

belki de tek mutlak gerçek!

o sonsuz doğuya geçen kapıdan eğilmeden geçebilmek!

bir orman gibi kardeşçesine

yarin yanağından ayrı her şeyde ortaklığa

inanmaksa her daim geçerli ama sadece iyilerin ortak gördüğü bir ütopya.

bu canlı rüyaya inananlardan başka konuşabileceğiniz olamayan,

cahil cesaretince epey ağır yaralanan,

kedi gibi olmamız istenen belki de gereken

ama bu yaşam bizim

bu rüya da


yoksa bu kedi umuda mı hamile?


--
Baris Emek Ergin

Sunday, December 09, 2007

iyi ki doğdun ece -biyografi 4 lemesi

4 can parçasından ECE’yle başlangıç denemesi...

4 can parçamı anlatmayı denemek isterim 4 yazının ilkiyle

4 köşemin koordinatları benim şöyledir

Biri 1926lı

Biri 1946

Biri 1971-sonu))

Biri 1996

Sevgili Eşim gibi

Hepsi 20.asır doğumlu

21.yüzyıl yaşamlı

Bende ölümsüzler

Sonsuzlukla eşdeğerliler

Ülkemi kuşatan iğrenç taasup eksenli kadını yok sayan mürtecilere inat

Rüzgarlara yenilmeyen birer mum aleviler

Eski Geçmiş, Yakın Geçmiş, Şimdiki Zaman ve Gelecekler

Zaman,Akıl,Kuvvet ve güzellikler

Ancak kısa bir giriş yapıp takdim gerek hepsine dair

26lı olandan başlamalıyım doğal olarak

Nazende sevgilim, Afyonlu

Sarışın mavi gözlü

14 ünde dedeme kaçan

Ağa kızı

Çakırların Süzmelerin bir tanesi

Kızı fahriye gibi

Ortaköyün en güzelleriydiler

Benim annem olur kendileri

Lido da nişan yüzme ihtisasta yaşam

İstanbul hukuk öğrencisiyken babama selam

Gönlüne onu kazıyan ve kapında bekleyen onca adam

Kastamonunun nadir aydın ve zeki mühendislerinden biriyle yola devam

3. kuşaksa bu dörtlemenin yani bu yazının başlığı ve amacı

Ece, Ecem

Devrim özgür diye beklenen, Canım kardeşim benim

İstanbullu hemşerim, kıskanmıştım 4 yaş aklıyla

İstinyeden Yuvadan kaçıp Sarıyer evimizde onu görmek istemiştim

Çok tepeledim sözle gagaladım, gereksizce bazen evde- okulda

Kolejde ilk kavgamı, ilk attığım yumruğu

Onun yemek sırasını alan bir çocuğun ağabeyiyle yaptım

İlk nefretim onu üzenlere oldu,

Canını yakana son kızgınlığımdan doğan boğazımda ki yumru da aynı sebepledir.

Evin hep küçük kızı oldu

Hala da koca bir abla olsa da öyle

Babam evden gittiğinde

Babası olmaya çalıştım 10 yaş aklımla

Hiç üzülmesin istedim

Hep gülsün diledim

Yapabildimmi

Felek aman vermedi

89da Koleji bitirdi benim karındaşım

93 de ODTÜ İşletmeyi

London School O f Economics –LSE Yüksek lisansında derece yaptı

Fransa da da okudu ilave İstanbul ve Ankarada da eğitim programlarına katıldı.
almanca italyanca ve fransızcayı yanına kattı tüm kurları bitirerek ingilizcesine

Ders çalışmayı çok sevdi birde köpekleri

Annemi ve beni öyle mutlu etti.

Hala gözümdedir bir ortaköy ayazında

Günle gece daha devir teslim yaparken ama sonuçya aydınlığın kazanacağı kesinken

Tüm Dereboyu caddesi mahallesinin bilcümlr kedi köpeğini besleyip

Klisenin duvarında ki kediye ciğer atma uğraşımız

Hala araba bagajında kedi köpek mamasıyla dolaşır

Milyarlık giysilerinde sokak köpeği pati izi taşır

Bağımsız ve Özgün Sinema aşığıdır

Fotoğrafı sever -Çok okur -Çok gezer

İşinde de başarılıdır -Kardeşim diye demiyorum

Ama hakikaten iyi insandır

Bugün onun doğum günü

Ve ben her yıl 9 aralıkta biriyle kardeş olmanın ne demek olduğunu

Nasıl asil bir yaşam biçimi sürdürdüğünü

Karşılıksız sevmenin

Sözde değil özde kardeşliğin ne olması gerektiğini

anlarım

ardından pişmanlık duyarım

yavruma bu kardeş sahipliği mutluluğu veremedim diye

İyi ki vardır

Doğumgünü kutlanmalıdır

ve son söz kızım

12sinde

Halasını gördü

Babaannesinide

Ve nenesiyle yürüdü

Daha büyük mutluluk olurmu sizce

Ve kızım benim

Kardeşimin tıpatıp aynısıdır

Kolej resimlerini siyah beyaz gören Ilgını ece sanmadadır

Ecemin çocuğu henüz olmadı

Ama benim çocuğum onun kopyası oldu

Ben kardeşime iyi bir yaşam veremedim

Ama kızımı ona benzettiğimize çok sevinirim

Sağol İpek Sağol Anne-Baba

Hep ol

Ve mutlu ol

Canım kardeşim

Seni sevdiğimi bilirsin

Nice nice yıllara Ece

Nice nice aydınlık günlere

Nice Nice...

Seni sevmekten dört köşe mutlu ağabeyin

Wednesday, October 24, 2007

sehitlerimize olen ve oldurenlerin olmayacagi gunlere

1 siir 1 resime bakti gunlerden birgun

Hani olmaz ama belki masal olsun istedi ;

1 kahve fincani vardi o suluboya resimde

Trakya isi ya da iznik belki ama mutlaka ince bir ruh eseriydi

Aynen ressami bilinmeyen bir tabloydu

mesela seker ahmet pasa tadinda

Yillardir kendilerini resimde ve gercekte tamamlayan bu iki parca can

Altliginin solmus sirlarina uzulen;

bu kulbu kopuk fincan

Digerine bunu hissetirmemeye ozenliydi

Iclerinde tuttuklari aci kahve

Sanki onlar gibi idi

Kara,koyu, agir ama sicak

Ve o siiri dinledi o resim

Diyaribekirli ahmet ariften

`Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
,,,
Ağlıyor yeşil.`

Tam 25 yil olmus

Siirin resme seslenmemesi

Resminde ona aradigini gosterememesi

40 binleri bulmus

Kardesin kardesi vurmasi

Kahve fincanin altligindan ayrilmasi

Terorun tabutlara sardigi al bayraginda,

sehitlerin kara kurdelesinin golgesinde

susmus siir, kararmis resim

uzgunmus kahve fincani

bir de ipekmendil

Cok eski bir anneanne sandiginin ta en dibinde

Kenarlari islemeli

bembeyazken beje donen tertemiz bir mendil

Aslinda yasanmamis asklari anlatmasi gerekirken

bir dogumgununde kalp olup sevgiliye verilemeyen

bir bej

ipek

islemeli

mendil

Bir genc kiz cocugun gozlerindeki yesillige gidiyor elinde olmadan

Bu kez titrek solgun Edip Canseverin siiri duyuluyor

`
Boynu bükük duruyorsam eğer
içimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yasadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
...
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anisi işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye`ye Ahmet Abi.
...
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun cabuk
...
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır

Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli degil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim,

bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil,

bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.`

Baris Emek Ergin

Uskup Makedonya Ekim2007

About Me

http://edebiyat1903.blogspot.com/ http://arkadyasitesi.blogspot.com/